Divânu Lugâti’t-Türk, Türk tarihinin ilk Türk dili sözlüğüdür. Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072-1074 tarihleri arasında Bağdat’da kaleme alındığı biliniyor. Kitabın yazı dili Türkçe – Arapça ‘dır.
Dîvânu Lugâti’t-Türk‘ün yazılış amacı Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek içindir. Ve yine Araplara Türkçeyi öğretmek için yazıldığı bilinmektedir. Bu nadide eser aynı zamanda dönemin demografik yapısı hakkında,yine Türk coğrafyası ve dönemin tıbbı hakkında da bilgi vermektedir. Bu yönü ile de aslında bir ansiklopedi niteliği de taşımaktadır diyebiliriz.
Divan-u Lugatit Türk’ün günümüze ulaşmasını sağlayan olay
Divânu Lugâti’t-Türk adlı bir eserin varlığından şöyle haberdar oluyoruz. Eser 1072-1074 yılları arasında yazılmıştır. Ancak eserin varlığından ilk bahseden Antepli Ayni olarak da bilinen Bedrettin Mahmud‘dur. Ikdu’l-Cümân fi Târîhi Ehli’z-Zamân adlı eserinin birinci cildinde Kaşgarlı Mahmut’dan bahseder. Divânu Lugâti’t-Türk’den de faydalandığını kitabında neşretmiştir. Bedrettin Mahmut yalnızca bu eserinde değil kardeşi (Şahabettin Ahmet) ile ortak müellifi olduğu Tarihü’ş-Şihabi adlı eserlerinde de bahsederek bize varlığını kanıtlamışlardır. Yani Divânu Lugâti’t-Türk yazıldığı tarihten yaklaşık 450 yıl sonra birkaç eserde adı geçmiş ve varlığından haberdar olmamız adına adeta bir kanıt niteliği taşıdı. Belki daha önceki dönemlerde de bir çok eserde adı geçmiş olabilir. Ancak Divânu Lugâti’t-Türk adlı eserin adının geçtiği bilinen ilk dönem 15. yüzyıl olarak kabul edilir.
Daha sonra yine 17. yüzyıla gelindiğinde Katip Çelebi ünlü eseri Keşfü’z-Zünun‘da bu eserden bahsetmiştir. Başka eserlerde de adı geçmiştir. Ancak tarihler 1914 yılını gösterene kadar bir tek nüshası bile yoktu. Sözü bu kadar uzatmamın nedeni aslında şudur. Yani böyle kıymetli bir eserin varlığı kesinlik kazanmıştır. Ve geçmişte bu eser insanların kütüphanelerinde yer aldı. İşte o insanlardan biri de Osmanlı Devletinin Eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey idi. Nazif Bey kütüphanesinde bulunan bu kitabın çok kıymetli bir kitap olduğunu biliyordu. Ancak onun Türk dili ve edebiyatı bakımından ne denli önemli bir kitap olduğunu bilmiyordu. Nzif Bey kitabı akrabalarından bir kadına kitabı hediye eder ve şöyle tembihler;
Bak sana bir kitap veriyorum bunu iyi sakla. Sıkıştığın zamanda sahaflara götür ve sat. Altın para ile en az 30 para eder sakın aşağısına verme,pek kıymetli bir kitaba benzer.
Ve Divânu Lugâti’t-Türk gün yüzüne çıkıyor…
Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın kitabı satmak ister. Kitabı sahaflar çarşısında ki kitapçılardan Burhan Bey‘e götürür. Kitap için 30 para istediğini de belirtir. Böyle bir kitap için 30 para çok az kalsa da değerini bilmeyenler için bir kitaba o kadar para vermek akıl karı değildir. Burhan Bey kitabı o paralara satın alamayacağını söyler. Lakin kadına yardımcı olacağını bildirir. Burhan Bey kitabı yüksek bir fiyata alır diye Maarif Nazırı Emrullah Efendi‘ye götürür. Nazır’da kitabı incelemek için devletin kütüphane işlerine bakan Encümene gönderir.
Kitabı incelemek adına bir hafta kadar süre isteyen encümen sürenin sonunda 10 para teklif eder. Burhan Efendi kitabın kendisine ait olmadığını ve sahibinin kitap için en az 30 para istediğini belirtti. Encümen ise 30 para ile biz bir kütüphane kurarız al kitabını git diye Burhan Efendi’ye geri verir.
Burhan Efendi kitabı alır ve biraz üzgün bir vaziyette dükkana geri döner. Tam o esna da da ömrünü kitaplara adamış biri olan Ali Emiri Efendi dükkana girer. Ali Emiri Efendi gerçekten de hayatını kitaplara adamıştı. Her hafta düzenli bir şekilde sahaflar çarşısında ki kitapçıları teker teker gezer ve yeni bir şeyler olup olmadığını sorardı.
Burhan Efendi Ali Emiri Efendi’ye elinde yeni bir kitap olduğundan bahseder. Ancak sahibinin en az 30 para istediğini de belirtir. Ayrıca olanı biteni de anlatır. Ali Efendi kitabı incelemek ister. Kitabın adını okuduğunda adeta dizlerinin bağı çözülür. Elinde ki eser Türk dilinin en değerli eseri olan Divânu Lugâti’t-Türk’dür. Böyle bir eserin değil otuz, otuz bin lira edeceğini düşünür. Burhan Efendiye istediği parayı verir ve doğruca evin yolunu tutar. Yolda yürürken kafasında bin bir düşünce ve mutlulukla biran önce eve gidip kitabı okumak ister. Ancak bir yandan da arkasına bakar sürekli. Zira Burhan Efendi’nin satıştan vazgeçip kitabı geri istemesinden de endişelenir. Nihayet eve gelir ve bir oh çekerek “Elhamdülillah” der..
Kitabı okumaya koyulunca,eserin ne nedenli büyük bir cevher olduğunu bir kez daha tatbik eder. Kitabın biraz dağınık olduğunu ve sayfalarında sırasının karıştığını fark eder. Ama yine de kitabı okur ondan faydalanmaya çalışır. Ali Emiri Efendi bu kitabın ehemmiyetinden şu muhteşem sözcüklerle bahseder ;
Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…
Ali Emiri Efendi’nin bu denli önemli bir eseri bulduğu haberi yayılmaya başlar. İlk önce İstanbul da sonraları tüm Osmanlı coğrafyasında ve Türk dünyasında ilgi görür bu haber. Özellikle Türklük ve Türkçülük akımının güçlü kalemlerinden ve aynı zamanda devlet adamlarından Ziya Gökalp çok sevinir.
Kitabı görmek ve okumak için Ali Emiri Efendi’nin evine gider. Fakat Ali Efendi kitabı Ziya Bey’le göstermez ve kitap dağınık toparlamak icap eder belki daha sonra gösteririm diyerek onu gönderir. Bu duruma çok içerleyen Ziya Bey ricacı olmaları için Diyarbakır milletvekilerini Ali Emiri’ye gönderir. Lakin ne yaparlarsa yapsınlar ikna olmaz ve kitabı bir türlü göstermez.
Aradan yaklaşık bir hafta geçtikten sonra Ali Efendi , Kilisli Muallim Rifat Bey’i evine çağırır. Kitabı ona göstererek ‘buyurun kitabı mütalaa ediniz‘ der.
Kitabı inceleyen Kilisli Rifat Bey,
–Cenabıhak yayımlanmasını nasip etsin, deyince bu söz Ali Emiri Efendi’yi çok memnun eder. Ve şu sözcükler dökülür dudaklarından;
Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayımlarız, tashihini de sen yaparsın. Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli… Fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfalarının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Düzenlenmesi mümkün mü değil mi? Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol.
Rifat Bey ,Ali Emiri’nin kitabı kimseye emanet etmeyip kendisine emanet ermesine çok memnun olur. Her gün vaktinden tasarruf ederek Ali Efendi’nin evine gelir ve kitabı bir düzene sokmaya gayret eder. Yaklaşık iki aylık gayretiyle kitabı toparlar ve kitabın eksiksiz olduğunu sayfalarının tam olduğunu Ali Efendi’ye bildirir.
Aldığı bu müjde karşısında çok müteessir olan Ali Efendi hediye olarak yaşadığı evin mülkünün yarısını Rifat Efendi’ye hediye olarak teklif eder. Rifat Efendi ise bana bir hediye vermek istiyorsanız kitabın yayımlanmasına izin verin diye teklifte bulunur. Ali Efendi ise ‘İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz‘, der…
Bu sözlerden kitabın yayımlanmasına izin vereceğini anlayan Rifat Bey çok sevinir. Ancak Ali Efendi’nin ikna olması için de araya hatrı sayılır birinin girmesi gerektiğini düşünür. Aklına da aslında biri gelmiştir…
Kitabın Zorlu süreçler sonunda yayınlaması
Ziya Gökalp kitabın tashih edildiğini öğrenince bu kutlu vazifeyi yapan Rifat Bey’i ziyarete gider. Ona aman Rifat Bey siz bu kitabı gördünüz,okudunuz,toparladınız. Ne kadar önemli bir eser olduğunu pekala anlamışsınızdır. Ali Emiri kitabı size kendi isteği ile emanet ettiğine göre size pek ehemmiyet verir. Siz rica da bulunun böyle bir eserden Türk dünyasını mahrum bırakmayalım der. Rıfat Bey Ziya Gökalp’e kendisinin de bu uğurda mücadele ettiğini ancak Ali Emiri’nin zaman istediğini beliritir. Ancak aklına bir fikir geldiğini de söylemeden edemez. Derki Ali Emiri sizi beni dinlemez ama Talat Paşa‘yı pek sever. Siz konuyu Paşa’ya açarsanız Ali Efendi onu kıramaz razı olur. Bu işi de bu şekilde çözeriz der.
Ziya Gökalp’ın bu plan aklına yatar. Ancak Talat Paşa’nın Ali Efendi’nin ayağına gitmesi uygun olmayacaktır. Ali Emiri Efendi’ye de emri vaki yaparak Babıali’ye Talat Paşa’nın makamına çağırmak da pek yakışık kalmayacağını düşünürler. Nihayetinde şöyle bir plan yaparlar…
Ali Emiri Efendi’nin Adliye Nazırı İbrahim Efendi ile de muhabbeti olduğunu ve ara sıra onu ziyarete gittiğini de biliyorlardı. Aylardan da ramazan ayı olduğu için İbrahim Bey’in Ali Efendi’yi bir iftara davet etmesi ve Talat Paşa’nın da iftardan sonra sanki tesadüfen İbrahim Bey’in evine gelmesi ile orada karşılaşmalarını sağlamak üzere anlaşırlar.
İki tarafında haberi olmadan bu organizasyon Ziya Gökalp ve Rifat Bey tarafından yapılır. Bir kaç gün sonra Ali Efendi iftara davet edilir. İbrahim Bey tüm izzetüikram ile Ali Efendi’yi ağırlar. Evde tek misafir Ali Efendi’dir. İftardan sonra İbrahim Bey’in konak ağası içeri gelerek; Efendim,Talat Paşa ve yanında 5-6 kadar misafiri ile teşrif buyurdular diyerek misafirleri içeri davet eder.
İbrahim Bey Talat Paşa’ya ve beraberindeki gelen diğer misafirlere Ali Emiri Efendi’yi çok güzel methiyeler ile tanıtır. Bu tanıtım dan sonra Emiri adını duyan Talat paşa ;
Hay üstadımuhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbişeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz dedi.
Bunu gören diğer misafirlerde aynı saygıyı gösterirler Ali Efendi’ye. Ali Efendi Talat Paşa dahil,kedine yönelen,elini öpmek isteyen herkesi ‘estağfurlah’ çekerek savuşturur. Daha sonra konu asıl meseleye kitaba gelir. Talat Paşa Ali Emiri Efendi’den Divânu Lugâti’t-Türk hakkında biraz malumat ister. Ali Efendi tüm bildiklerini ve kitabın ehemmiyetini dinleyenlere çok iyi aktarmak adına en güzel cümleler ile anlatır. Dinleyenler mest olur adeta. Talat Paşa ayağa kalkarak şunları söyler..
Üstadımuhterem, huzur-u faziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü vardır. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tabı usulüdür. Tabı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Dîvânu Lugâti’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir; o hâlde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da namıâlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin…
Bu sözlerden Ali Emiri Efendi çok müteessir olur. Kitabın basılması için iki şartı vardır. Birincisi bu işi Kilisli Rifat’ın yapması, ikincisi de kitabın baskı süresince yalnızca Kilisli Rifat’ta kalması, başkasına verilmemesidir. Talat Paşa bu şartları hemen kabul eder ve Ali Emiri Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
–Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?
-Defterdarlıktan mütekaidim…
-Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olmaz. Elhamdülillah kemaliafiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı valilik mi şûrayıdevlet azalığı mı nazırlık mı ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim…
Ali Emiri Efendi bu sözler karşısında duygulanır ve şu cevabı verir:
–Ben milletime edecek hizmeti yaptım… Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim…
Divânu Lugâti’t-Türk’ün basımı ve diğer dillere çevirilmesi
Ali Efendi’nin şartlarını Rifat Efendi’ye bildirirler. Rifat Efendi vakit kaybetmeden ise koyulur. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı o zorlu günlerde,kağıt mürekkep ve her türlü ekipmanın zar zor bulunduğu zamanda nice zahmetler ile kitabı basmaya gayret eder. Öyle ki matbaa da ki harfler eskimiş halde olmasına rağmen ve makina takıla takıla arıza yapa yapa çalışmasına aldırmadan yılmadan devam etti.
Rifat Efendi Divânu Lugâti’t-Türk’ü ekindeki eserin tıpkı basımını yapmıştır. Ancak sayfaları karışmış, madde başları belli olmayan kitabı,harekesiz yazılmış olan Arapça bölümlere kolay okunması adına hareke vererek yeniden bir düzen vermek sureti ile yaklaşık bir buçuk yılda basımını yapar.
Yine ilerleyen yıllarda kitap üzerine hayli çalışmalar yapan Rifat Efendi birde kitabı Türkçe basmak ister. 22 ayrı defter halinde Türkçe çevirisini de yaparak bir miktar para karşılığında devlete teslim eder. Fakat gel gör ki savaşın zorlu şartları ağırlaştığı için bu Türkçe çeviri basılamaz.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra kitabın yeniden Türkçe’ye çevirisini yapmak icap eder. Bu işi daha sonraları Türk Dil Kurumu’nun kurucu başkanlığına getirilecek olan Samih Rifat Bey ve Mehmet Akif Ersoy‘a verilir. Rifat Efendi bu haber duyunca Samih Rifat’a mektup yazarak kendi çevirisinden bahseder. Rifat Efendi’nin çevirisi bulunur ve incelenir.
Samih Rifat Efendi, Mehmet Akif’in ve Kilisli Rifat Efendi’nin çevirilerini Ankara’ya götürerek inceltir. Ve eserin yeninden cevirilmesine lüzum olmadığını,Kilisli Rifat Efendi’nin eserinin basımına karar verilir.
Divânu Lugâti’t-Türk’ün Basılması ve yayınlanması
Sözü fazla uzattık. Bu kitap daha sonrasında Cumhuriyet’in ilanı sonrası birçok incelenmeye ve çeviriye tabi tutulur. Bugüne kadar tam metni Türkiye Türkçesine, Özbek Türkçesine, Kazak Türkçesine, Yeni Uygur Türkçesine, İngilizceye, Çinceye, Farsçaya ve Azerbaycan Türkçesine çevrilir.
Müteşekkiriz..
Ali Emiri Efendi, Divânu Lugâti’t-Türk’ü hiç bir ücret talep etmeden Türk dünyasına armağan etmiştir. Talat Paşa’nın kendisine göndermiş olduğu bir miktar parayı da geri çevirerek örnek bir davranış göstermiştir. Aynı şekilde Kilisli Muallim Rifat Bey de kitabın basımı ve tercüme edilmesi hususunda göstermiş olduğu gayretler unutulmamalıdır. Yine Ziya Gökalp ve Talat Paşa gibi isimlerin de devlet iradesini orataya koyarak bu esere sahip çıkmaları takdiri şayandır.
Bugün bilinen tek nüshası İstanbul Fatih Millet Kütüphane‘sinde sergilenmektedir. Emeği geçen her bir isme Allah rahmet eylesin. Müteşekkiriz..
Bir başka ilgi çekici konu İbn-i Sina’nın bin yıl önce gerçekleştirdiği deneyi okumak için tıklayınız.
Kaynak olarak TDK ‘ nin internet sitesinden faydalandım.
“Divan-u Lugatit Türk’ün Bulunuş Hikayesi” üzerine 4 yorum
Güzel bir anlatım.. Ali Emiri Efendi ve kilisli Rıfat Efendiye müteşekkiriz.
Güzel bir anlatım ama ‘müteessir oldu’ ifadesi üzülmek anlamına geliyor, burada ise sevinmek anlamında kullanılmış. Ben mi yanlış anladım acaba? Neyse maksat hasıl olmuş, buna o kadar takılmamak gerek.
Öncelikle değerli yorumunuz için ve sitemizi ziyaret ettiğiniz için çok teşekkür ederim. ‘Müteessir’ kelimesinin bir diğer anlamı da etkilenmiş çok etkilenmek anlamına gelmektedir. Dediğiniz gibi burada anlam bütünlüğünü bozmamaktadır..
İnanın zevkle okudum.. Ve duygulanmamak elde değil.. Maliye Bakanı (Nazir’a) Nazif Bey e nasıl ve hangi yolla kalmış olabilir.. Ve bir çok merak konusu. Emeği geçenlere Saygı ile.
Yorumlar kapalı.